Türkçe’nin Resmi Dil Olarak İlan Edilişinin En Büyük Şeref Payı;  KIRŞEHİR’E DÜŞER!

Türk Dil Bayramı tarihin tozlu sayfalarında aralandı. Karamanoğlu Mehmet Bey‘in 742 yıl önce verdiği Türkçenin ilk kez resmi dil kabul edildiği fermanın yıl dönümü 13 Mayıs ve Karaman‘da Türk Dil Bayramı olarak kutlanıyor. Bu yıl Karaman’da bu dil bayramı  “742’nci Türk Dil Bayramı Ve Yunus Emre’yi Anma”olarak formatlanmış *** Karamanoğlu Mehmet Bey, Konya tahtını bastığında […]
Genel - 15 Mayıs 2019 02:43 A A

Türk Dil Bayramı tarihin tozlu sayfalarında aralandı.

Karamanoğlu Mehmet Bey‘in 742 yıl önce verdiği Türkçenin ilk kez resmi dil kabul edildiği fermanın yıl dönümü 13 Mayıs ve Karaman‘da Türk Dil Bayramı olarak kutlanıyor.

Bu yıl Karaman’da bu dil bayramı  “742’nci Türk Dil Bayramı Ve Yunus Emre’yi Anma”olarak formatlanmış

***

Karamanoğlu Mehmet Bey, Konya tahtını bastığında halka hitaben yayınladığı ilk fermanda  “Bundan sonra divanda, dergahta ve bârgâhta (saray ve resmi daireler), mecliste, meydanda Türkçe’den başka dil kullanılmayacaktır.”demiştir.

Esasen Türkçe’nin bir “yönetim dili” olarak 1277’de, Karamanoğlu Mehmet Bey’in girişimiyle oluşu tarihsel olarak dikkate değer bir yeniliktir.

 Türkçe’nin “resmi dil” olarak ilan edilişi olayı doğrudan doğruya Karamanoğlu Mehmet Bey’le de sınırlı değildir. Karamanoğulları’nın atası Nuri Sufi aynı zamanda bir Babai Şeyhi olup, Baba İlyas’ın halifesidir. Dilleri saf Türkçe’dir. Baba İlyas’ın oğlu Aşıkpaşa’nın babası Baba Muhlis, bu hadiselerde etkin bir rol oynamıştır.

Türkçe’nin “dönemin resmi yönetimine karşı ayaklananlar” tarafından resmi dil ilan edilmesine giden sürecin yegâne dinamiği, bizim Aşıkpaşa’nın dedesi Baba İlyas’ın kurduğu ve filizlendirdiği ocaktır.

Bu yüzdendir ki, Kırşehirli araştırmacı Cevat Hakkı Tarım, “Meşhur Cimri vakasında Konya’yı zaptettikten sonra 1277 yılında çıkarttığı bir fermanla Türkçe’nin resmi dil olarak ilan edilişinin en büyük şeref payı Muhlis Paşa’ya ve Babailer’in karargahı olan Kırşehir’e düşer” der.

Karamanoğlu Mehmet Bey’in; “Kuran dili” olduğu için medreseler vasıtasıyla vücut bulan Arapça’ya ve işlenmiş bir “edebiyat dili” olan “Farsça”ya karşı tutumu Türkçe’nin vücut bulması doğrultusunda dönemin yönetimine karşı ilk siyasi çıkıştır.

Anadolu Selçuklu Sultanları, Türk boylarıyla Anadolu’da ilk Türk devletini kurmalarına karşın, İslamiyet’in etkisiyle Arapça’ya, İran kültürünün etkisiyle Farsça’ya resmi dil gözüyle bakmışlar, kendi kavimlerinin dilini savsaklar duruma düşmüşlerdir. Bu anlamda Karamanoğlu Mehmet Bey’in fermanı, bu duruma karşı Anadolu’da ilk eylemliktir

 

FARSÇA VE ARAPÇA UNVANLAR ALAN “SELÇUK SARAYI”NA KARŞI…

 

Zira söz konusu dönemde Arap, Fars ve Türk kültürleri arasındaki savaş; Türkçe adlar yerine eski İran isimleri almaya başlayan, Şehnâmeler yazdıran, Farsça ve Arapça unvanlar alan “Selçuk Sarayı”na karşı, kendi kültürlerine inatla sahip çıkan geniş Türkmen kesimleri arasındadır.

Nitekim Sarı Saltuk menkıbesi, ayrıca Baba İlyas, Hacı Bektaş, Seyyid Mahmut Hayrani, Hacı İbrahim Sultan, Hacim Sultan, Ahi Evren, Seyyid Harun gibi şahsiyetler hakkında yazılan menakıp-nameler halk tarafından büyük ilgiyle okunurken, Fars edebiyatı Selçuk Sultanlarının destek ve himayelerinde büyütülmüştür.

Karamanoğlu Mehmet Bey’in bu fermanı, Türk kültür tarihi bakımından mühim bir hadisedir.

Konuşulması istenmeyen dilin Farsça olduğu muhakkaktır. Bu karar, herhalde yalnız Karamanoğlu Mehmet Beyin değil, o zaman sayısı epeyce fazlalaşmış bulunan aydın Türkler’in duygusunu ifade etse gerektir. Zira bu esnada Klasik Türk Edebiyatı da ilk mahsullerini vermeye başlamıştır.

 

 

 İSLAMİYET’İN ETKİSİYLE ARAPÇA ’YA, İRAN KÜLTÜRÜNÜN ETKİSİYLE FARSÇA’YA

…Evet Osmanlı’da Arap ve Fars hayranlığının, din devleti olmanın bir sonucu olarak “dinin dili”nin egemenliğine giren Türkçe, yüzyıllar süren bu boyundurukla yok oluşa giderken bu karşı koyuşu her şeye karşın Yunus Emre, Aşık Paşa, Hacı Bektaş-ı Veli gibi büyük Türk Mutasavvıflarıyla ve Halk Ozanları aracılığıyla ve de halkın sözlü kültürüyle yaptılar.

Anadolu toprakları Dede Korkut, Yunus Emre, Aşıkpaşa, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Sait Faik, Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Yaşar Kemal ve daha yüzlerce, binlerce büyük sanatçılar çıkardı bağrından.

İslamlığı, İran kanalıyla tanıyan ve yine bu kanaldan benimseyen Oğuzlar, başlangıçta yerleşik düzenin gerektirdiği İslami kurumlaşmayı İran damgasıyla benimsemiş yine Kaşgarlı Mahmut’un anlatımıyla “Farslarla düşüp kalkmaya başlayınca Türkçe kelimeleri unutup onun yerine Farsça kullanır olmuşlarıdır.”

Anadolu Selçuklu Sultanları, Türk boylarıyla Anadolu’da ilk Türk devletini kurmalarına karşın, İslamiyet’in etkisiyle Arapça ’ya, İran kültürünün etkisiyle Farsça’ya resmi dil gözüyle bakmışlar, kendi kavimlerinin dilini savsaklar duruma düşmüşlerdir.

Karamanoğlu Mehmet Bey’in fermanı, bu duruma karşı Anadolu’da ilk eylemlik olmuştu. Esasen İslam’ın Asya’ya yayılması ve Türkler tarafından resmi din olarak belirlenmesi sonucu, Türkçe hem yazı dili hem de konuşma dili olarak ihmal edilmiş, bu coğrafyada Arapçanın Kuran dili, Acem’in zengin edebiyat dili, Türkçe’ye üstün gelmiştir.

Devlet adamlarının çeşitli çıkarlara dayanan zorlamaları da bunda etkili olmuştur.

Arapça ağırlığı dinsel kuralların icrası ve devlet işlerinin görülmesi noktasında kendisini ortaya koyarken, Farsça ise “Okumuşlar” sınıfının edebi zevklerini ve kaprislerini okşamıştır.

 

ŞERİATA BAĞLILIK DERECESİ ARTTIKÇA, TÜRK DEVLETLERİNDE ARAPÇANIN TÜRKÇE ‘YE EGEMENLİĞİ DE MUTLAK OLMUŞTUR.

 

Din kurallarına, şeriata bağlılık derecesi arttıkça, Türk devletlerinde Arapçanın Türkçe ‘ye egemenliği de mutlak olmuştur.

Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidi Togan, “Türkçe ‘ye yüzyıllardır çeşitli kavimlerle temaslar sonucu pek çok yabancı sözlerin girdiğini, ancak bu yabancı kelimelerin İslam devrinde ve son zamanlarda şimdi gördüğümüz kadar geniş mikyasta tasallut ettiğinden” söz eder.

 

MEVLANA, BÜTÜN BÜYÜK ESERLERİNİ ARAPÇA VE FARSÇA YAZDI.

 

Anadolu Selçuklularında hem resmi dil, hem de Hükümdarlara ve ümeraya ithaf edilen eserlerin büyük çoğunluğu, Farsça olmuş, ama Türkçe kesinlikle kullanılmamıştır.

İster dinsel, ister edebi ya da bilimsel olsun aydınların dili Arapça ve Farsça olmuş, Türkçe ’ye düşünmeye yararı olmayan bir avam dili olarak bakılmıştır.

 Mevlana Celaleddin Rumi, bütün büyük eserlerini Arapça ve Farsça yazmış, onun yerine geçen ve Mevlevi tarikatının manevi başı olan oğlu Sultan Velet (1226-1312) Farsça yazdığı metinlere biraz Türkçe eklemiş, dizelerindeki esinleri de İran şiirlerinden almıştır.

Sonuç olarak Arap ve İran medeniyetinin Türklere tesiri o kadar kuvvetli olmuştur ki; hem Selçukluda hem de Osmanlıda Türk dili hiçbir şekilde “devlet ve medeniyet dili” olamamıştır.

 

ÂŞIK PAŞA’NIN  “GARÎB-NÂME ” İLE ORTAYA ÇIKTIĞI BU BAŞKALDIRI!

 

Âşık Paşa’nın Garipnâme’yi yazdığı dönem, Orta Anadolu’da Eretneoğulları ve Kadı Burhanettin zamanında devlet dili Farsça idi. Garipnâme’nin Türkçe yazıldığından dolayı, kıymetsiz sayılmamasını isteyen Aşık Paşa, esasen dönemin şehirlerde yaşayan münevver sınıfın psikolojisini anlatmış, Türkçe’yi Arapça ve Farsça gibi bir ilim edebiyat dili değil, basit ve kaba bir konuşma dili sayanlara karşı milli bir edebiyat diliyle çıkmıştır.

Eserinde Türk dilinin ihmal edilmiş olmasından yakınan Aşık Paşa şöyle der:

“Türk diline kimse bakmaz; Türklere asla gönül vermezdi.

Türkler de kendi dillerini, incelikleri ve yüce menzillerini bilmezlerdi.

İşte bu Garibname, onun için yazıldı, söylendi. Böylece bu dili konuşanlar, ince manaları anlayabilsinler.

Türkler ve Tacikler Türkçe ile aynı manalarda buluşup yoldaş olsunlar.

Aynı yolda birbirini yermesinler. Dile bakıp da manayı hor görmesinler.

Türkler de bu bilgilerden mahrum kalmasınlar, Türk dilinde Hakk’ı anlayabilsinler.”

 

Aşık Paşa’nın Garipname’yi yazdığı dönem, Konya’da Fars(İran-Acem) dili yaygındır. Buna karşılık Kırşehir’de Süleyman Türkmani, Ahi Evran, Baba İlyas ve aile ve çevrelerinin savunduğu Türk dili ve kültürü egemendir. Aşık Paşa Fars diline direnenlerin başındadır.

 

 

 Anadolu Selçuklu Sultanları yüksek İslam eğitimi almış olup, Arapça’yı iyi bilmekte, aynı zamanda hepsi de Farsça bilip, konuşmaktadır. I. Kılıçarslan’ın oğlu Rükneddin Süleyman Şah gibi, kardeşi I. Gıyaseddin Keyhüsrev ile bunun oğlu I. Keykavus’da Farsî şiirler yazmışlardır ki, Anadolu Selçukluları’nın ünlü vezirlerinden Sahib Divan Hoca Bedrettin Horasanlı, Hoca Fahreddin Ali Tebrizli, İzzettin Ali bin Muhammed Reyli, Pervane’nin babası vezir Sahib Muhazzibeddin Ali Kaşanlı, Sahib Mecmettin Ebu Bekir, Şemşeddin Muhammed bn Mueyyit al-Tuğra’î de Farsî şiir ve inşanın öncülerinden olan İranlılar’dır

Kendi dilimizi unutmak hiçbir yerde vuku bulmamakla birlikte. Arap ve İran medeniyetinin tesiri o kadar kuvvetli estiril ki, Türk dili hiçbir yerde devlet ve medeniyet dili olamadı.

İşte Âşık Paşa’nın Türkçenin horlanıp Arapçanın ilim, Farsçanın resmî dil ve edebiyat dili olduğu 13. Yüzyılda, Türkçeyi diriltircesine “Garîb-nâme ” ile ortaya çıktığı bu başkaldırı; şimdilerde zorlama “Osmanlıca” dayatmalarına inat, aynı zamanda Mustafa Kemal Atatürk’ün “Dil Devrimi’yle de buluşacak olan Türkçenin istiklal mücadelesidir.

Esasen İslam’ın Asya’ya yayılması ve Türkler tarafından resmi din olarak belirlenmesi sonucu, Türkçe hem yazı dili hem de konuşma dili olarak ihmal edilmiş, bu coğrafyada Arapçanın Kuran dili, Acem’in zengin edebiyat dili, Türkçe’ye üstün gelmiştir. Devlet adamlarının çeşitli çıkarlara dayanan zorlamaları da bunda etkili olmuştur.

 

 DEVRİN TEK BÜYÜK ŞAİRİ YUNUS EMRE

 

Osmanlı öncesi Anadolu’nun dil ve edebiyat kültürünün ve daha sonraki aşamalarında da devrin tek büyük şairi Yunus Emre, kendi zamanında sufiliğin edebi basma kalıp düşüncelerini ılımlı bir biçimde kullanmış, Moğol istilası döneminin halkta uyandırdığı derin duyguları, acıları, umutları dile getirmiş. Günlük yaşamın olayları içinde köylülerin çetin yaşamını ortaya koymuştur.

Prof. Dr. Mikail Bayram, “ Tabduk Emre’nin Niğde ve Aksaray yöresinde yaşadığı sabit olduğu halde velayet-name’de onu da Sivrihisar’a nispet etmektedir. Bu da gösteriyor ki Yunus’un Sivrihisar’lı olduğu ve orada medfun bulunduğu tamamen hayal mahsülü bir haberdir.”  diyerek Sivrihisar iddialarına şiddetle karşı çıkarak şöyle der; “ Türkçe sözlü, Türkmen şair Yunus Emre ve O’nun şeyhi Tabduk Emre  Anadolu Selçuklu Devleti’nin son yarım asrında ve devrinin sosyal-siyasi ve kültürel mücadeleleri içinde yaşamıştır. O’nu da Baba İlyas, Sofi Nuruh, Ahi Evren, Hacı Bektaş, Tabduk Emre gibi Türkmen fikir adamları gibi  o devirde Anadolu’da mevcut olan Türkmencilik ülküsünü sürdüren ve bunun mücadelesini veren bir kişi olarak görmek lazımdır. Bu mücadelenin en büyük siyasi hamisi o zamanlar Karaman Oğulları Beyliği idi. Yunus Emre’yi de Karaman Oğulları safında görmek isabetli olacaktır”

Osmanlı öncesi Anadolu’nun dil ve edebiyat kültürünün ve daha sonraki aşamalarında da devrin tek büyük şairidir Yunus.

O kendi zamanında sufiliğin edebi basmakalıp düşüncelerini ılımlı bir biçimde kullanmış, Moğol istilası döneminin halkta uyandırdığı derin duyguları, acıları, umutları dile getirmiş, günlük yaşamın olayları içinde köylülerin çetin yaşamını ortaya koymuştur.

Yunus, gündelik konuşulan Türk dili ile halktan insanların dinleyip anlayabilecekleri Türkçe şiirler de yazdı.

Türkiye’de bugün de anlaşılan bu şiirler, şöhretinden hiçbir şey yitirmemiştir. Türk Edebiyatında çağdaşlarının eserleri, kimi aydınlardan başkasını ilgilendirmezken, Yunus’unkiler Türkiye’nin ulusal bilincinde yaşamış, halk arasında yy.lardır artan bir şöhretle efsanevi bir boyut kazanmıştır.

Türkmen şairi Yunus, Türkçe’yi kolaylığı ve sadeliği içinde ve kendi döneminden gerilerde hiç kimseyle mukayese edilemeyecek derecede bir yetenekle söylemeyi başararak Anadolu’da Türk tasavvuf edebiyatını zirveye taşımıştır

Yunus, gündelik konuşulan Türk dili ile halktan insanların dinleyip anlayabilecekleri şiirleri Türkiye’de bugün de hala anlaşılmakta olup, bu şiirleri, şöhretinden hiçbir şey yitirmemiştir. “Türk Edebiyatı”nda çağdaşlarının eserleri, kimi aydınlardan başkasını ilgilendirmezken, Yunus’unkiler Türkiye’nin ulusal bilincinde yaşamakta ve halk arasında yüzyıllardır artan bir şöhretle efsanevi bir boyutta aşkla okunmaktadır.

 

HİKMET KIVILCIMLIDAN KIRŞEHİR TASVİRİ

 

“Osmanlı Tarihinin Maddesi” adlı eserini henüz tamamlamadan önce Kırşehir Cezaevi’nde yatan, bu süre içinde sık sık idari izinle Kırşehir merkezini dolaşarak Kırşehir tarihine ilgi duyan ve araştırmalar yapan Dr. Hikmet Kıvılcımlı, eserinde Kırşehir’e ilişkin olarak şu notları düşer:

Şeyh Edebâli  ile Hacı Bektaş   Bu iki adamın Osmanlı politika ve askerlik hayatında oynadıkları yaman rol önemsiz birer tesadüfmüş gibi konulur. Her insancıl olayda olduğu gibi burada da tarihcil Determinizm yüzdeyüz etkendir. Şeyh Edebâli’de Hacı Bektaş da Kırşehirli’dirler. Nitekim Türk dilini ilk güçlü savunan bilgin Ahmet, Kırşehri’de Anadolu’da Türk birlik ülküsünü şiirleştiren (sonra torunu ile ilk gerçekçi Osmanlı tarihini veren) Âşık Beşe de, bütün şehir üretmenlerinin kansız fütuhatına kucak açmalarını sağlayan Ahi Evran da hep Kırşehirli’dirler. Kırşehir gelişigüzel bir kasaba değildir. Anadolu’da Bizans’a karşı ilk serhat boyu olan Kızılırmak’ın Koçbaşı gibi batıya çıkıntılı yerinde ‘Kızılelma’ ülküsüne en önde yaklaşan bir kenttir. İlhanlı ve Selçuklu çöküşünden sonraki Türk dağınıklığına karşı ilk Türk’ün birlik çığlığını yükselten, birleştirici köy ve şehir örgütleşmelerini geliştiren bir ocak Kırşehir’dir. O tarihçil devrimler çağında sık sık buluşan ermiş üçler Kırşehir’de toplaşırlardı. Şehir üretmenlerinin örgütünün başı Ahi Evren ile Türk İlb’lerinin ‘ozan’ı  Âşık Beşe, o zaman debbak ahilerinin çalıştıkları Kırşehir ırmağı boyunca buluşurlar, köy üretmenleri örgütünün başı Hacı Bektaş’ı beklerler, orada ‘yârenlik’ ederlerdi. Kırşehirli Şeyh Edebâli’nin Osman’a kızını verişi gibi, o kızın karnından çıkacak çınar ağacının bütün dünyayı kaplaması rüyası da, yorumu da Kızılırmak Serhadinden Sakarya Serhaddine gelişin mitolojisidir. Bugün gerçek mitolojiler gibi, o Osmanlı ‘rüyası’ da, yalnız tarih sezilerinden kaynak almıştır. Yoksa, o anacık Babacık günlerinde kimin aklından eserdi Bursa’dan kalkıp da Kırşehir’in en ücra Suluca Karahöyük’ü önündeki Hacı Bekteş’in soluğundan  yeniçeri ruhunu çıkartmak? Bütün Osmanlı orduları bu mitolojik gerçekliklerin hamuruyla yoğrulacaktır.”

 

TÜRKÇENİN “DEVLET VE MEDENİYET DİLİ” OLUŞU “CUMHURİYET DEVRİMLERİ”YLE MÜMKÜN OLMUŞTUR.

 

Türkçenin devlet ve medeniyet dili oluşu Cumhuriyet Devrimleriyle mümkün olmuştur. Vatandaşların çoğunluğunun anlayamadığı Arapça ve Farsça kökenli sözcük ve dilbilgisi kurallarından arındırılıp Türkçenin Türkiye Cumhuriyeti’nin ortak, ulusal dili olarak yazı ve konuşma dili haline getirilmesini amaçlayan Kurucu büyük önder Mustafa Kemal’in önderliğindeki, 12 Temmuz 1932 tarihli devrim, sonuçta merkezi zorlamalarla bile halka unutturulamayan bir ulusal dilin, yeni tipte bir ulus devletle resmileşmesinin ve geliştirilmesin inde adıdır.

Kaldı ki Türkçe bu devrimle doğmadı.

Tarihin binlerce yıl derinliklerinden geldi. Büyük önder, bu derinliği aldı çıkarttı ve resmileştirdi.

Esasen halk olarak hiçbir yerde Arap-İran medeniyetine tamamen bağlı kalmış değildik.

 

 

ADNAN YILMAZ

 

 

Comments

comments

Bu haber 10633 kez okundu.
Genel - 02:43 A A
BENZER HABERLER

YORUM BIRAK

YORUMLAR

Hiç yorum yapılmamış.